Tarih: 10.12.2017 22:41

Reşat Öngören: Osmanlılar’da Tasavvuf

Facebook Twitter Linked-in

Reşat Öngören, 1963 yılında Ordu ili Ünye ilçesinde doğmuştur.1984 yılında Ümraniye Lisesi’ni, 1988 yılında da Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ni bitirmiştir. Aynı fakültenin Sosyal Bilimler Enstitüsü Tasavvuf Tarihi Bilim Dalı’nda 1990 yılında yüksek lisansını, 1996 yılında da doktorasını tamamlamıştır. 2001 yılında İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne Yardımcı Doçent olarak atanmıştır. 2001 yılı Kasım ayında Doçent olmuştur. Tasavvuf Tarihçisi, araştırmacı ve yazar olan Reşat Öngören, halen aynı fakültede Tasavvuf Anabilim Dalı Başkanı ve öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. Arapça ve ingilizce bilmektedir.

Müellifin yayınlanmış kitapları şunlardır:

Tarihte Bir Aydınlanma Hareketi Zeyniler, İstanbul, İnsan Yayınları, 2003, 231 s.

Alimlerin Gözdesi Bir Tarikat Zeyniyye, İnsan Yayınları, 243 s.

Osmanlılar’da Tasavvuf, İstanbul, İz Yayınları, 2003, 448 s.

Ayrıca, İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Diyanet İslam Araştırmaları Dergisi, Kubbealtı, Bilgi Hikmet, Yaşamları ve Yapıtlarıyla Osmanlılar Ansiklopedisi, Osmanlı ve Türkler Ansiklopedilerine maddeler yazdı.

Makalelerinden bazılar ise şunlardır:

Öngören, Reşat, “Osmanlı’da Tekke Toplum İlişkisi: Bilge Sufi Hacı Halife ve Müridleri Örneği”, İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, VIII, 19-30 (2003).

Öngören, Reşat, “Bir Bilgi Kaynağı Olarak Tasavvufta Keşfin Değeri”, İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, V, 85-96 (2002).

Öngören, Reşat, “Osmanlı Klasik Dönemi Tasavvuf Kelâm İlişkisi” Akademik Araştırmalar / Journal of Academic Studies, IV-V, 31-42 (2000).

Öngören, Reşat, “Osmanlı’da Sûfîlerin Farklı Toplum Kesimleriyle İlişki Tarzları”, İslâm Araştırmaları Dergisi, III (1999), s. 9-22.

Öngören, Reşat, “Osmanlılar’da Devlet Ricali-Meşâyih Münasebetlerinin Boyutlarını Gösteren Yeni Bir Kaynak: Ali’nin Şeyh Mehmed-i Dağî İle Alâkalı Menakıbı”, İslâm Araştırmaları Dergisi/Turkish Journal of Islamic Studies, I, 107-113 (1997).

Öngören, Reşat, “Osmanlı’nın Kuruluş Yıllarında Anadolu’nun Tasavvufî Durumu”, Diyanet, XCVIII, 7-11, (1999).

Öngören, Reşat, “Fatih Sultan Mehmet’in Ölümü Üzerine Bazı İddialar”, Kubbealtı Akademi Mecmuası, yıl: 26, s. 28–33, II (1997).

Öngören, Reşat, “Şeriatın Kestiği Parmak: Kanunî Sultan Süleyman Devrinde İdam Edilen Tarikat Şeyhleri”, İlam Araştırma Dergisi, c. I, sy. 1, 123-140 (1996).

Öngören, Reşat, “Sünnî Bir Tarikattan Şiî Bir Devlete: Safeviyye Tarikatı ve İran Safevî Devleti”, Bilgi Hikmet, XI, 82-93 (1995).

Bildirilerinden bazıları şunlardır:

Öngören, Reşat, “Tasavvuf Tarihi Araştırmalarında Metod”, İslâmî İlimlerde Metodoloji (Usul) Mes’elesi II, İstanbul 2005, s. 1121-1127.

Öngören, Reşat, “Vefa Tekkesi ve Osmanlı’da Devlet-Tekke-Medrese İlişkileri”, İstanbul: Şehir ve Medeniyet, İstanbul 2004, s. 109-119.

Öngören, Reşat, “Bursa’da Zeyniyye Kültürü”, Bursa’da Dünden Bugüne Tasavvuf Kültürü-2, Bursa 2003, s. 204-224.

Öngören, Reşat, “Sûfî Tefsir Anlayışı ve Kıraat İlişkisi” [Süleyman Derin] konulu tebliğin müzakeresi, Kur’an ve Tefsir Araştırmaları-IV, İstanbul 2002, s. 351-354.

Öngören, Reşat, “Ebussuud Efendi’nin Tasavvufî Yönü”, Türk Kültüründe İz Bırakan İskilipli Âlimler Sempozyumu (23-25 Mayıs 1997, İskilip), Ankara 1998, s. 290-303.

Öngören, Reşat, “Şeyh Vefa’nın Tarihî ve Tasavvufî Kişiliği”, Vefa Semti Dünü Bugünü Yarını Ulusal Sempozyumu (3-5 Kasım 2006 İstanbul).

Müellifimizin tanıtımını yapacağımız eseri, İz Yayıncılık tarafından çıkarılmış ve 448 sayfadır. “XVI. Asırda Anadolu’da Tasavvuf” konulu doktora tezinin kısmen geliştirilmiş şekli olduğu belirtilmektedir.

Eser, içindekiler ve bibliyografya kısaltmaları ile başlamıştır. Buradan Anadolu’nun İslamlaşmasında ve Osmanlı’nı kuruluşunda mutasavvıfların etkisinin öneminin vurgulandığı önsöz bölümü ile devam etmiştir.     

Giriş, bölümünde, XVI. Yüzyıl öncesi Anadolu’daki tasavvufi durum hakkında kısa bilgiler verilmiştir. Birinci, bölümde Anadolu’da tasavvuf kültürünün yayılmasına öncülük eden tarikat, kişi, kurum ve eserlerinin tespiti hakkında çalışma yapıldığı belirtilmiştir.

İkinci, bölümde devlet ricali ile tasavvuf şeyhleri arasındaki ilişkiler incelenmiş ve devlet ricalinin şeyhlere sağladığı imtiyazlar, şeyhlerin de bu imtiyazlara karşı icra ettikleri fonksiyonlar ele alınmıştır. Ayrıca bazı şeyhlerin idam edilmesi de ele alınıp incelenmiştir.

Üçüncü bölümde “ulema-mutasavvıf” ilişkisi “zahir-batın” dengesi gözetilerek ulemanın tasavvufa ilgisi incelenmiştir.           

 Sonuç bölümünde, kitabın özeti mahiyetinde “Osmanlılarda Tasavvuf” konusu ana çizgileri ile tekrar verilmiştir. Sonuç bölümünün ardından bibliyografya ve karma indeks bölümü vardır. Eserin arka kapağında kısa özet niteliğinde bir bilgi de mevcuttur. Ayrıca yazar çelişkilerle geçen XVI yüzyılın tahlilinde meydana gelen boşluğa ve çoğu zaman yanılgıya düşüldüğüne işaret etmektedir.

Müellifimiz eserini şu sorulara cevap verecek şekilde hazırlamıştır:

Müellifimiz içindekiler kısmına bağlı kalarak, açık, anlaşılır, sade ve akıcı bir dil kullanmıştır. Konuya tam bir hâkimiyet vardır. Kaynak olarak kullanmak istenirse, kullanıcının ihtiyacı olan bilgi ve belgeleri saylayacak niteliktedir.

Muhteva olarak, sunni kimliği ile tanınan tarikatlar ve faaliyetleri ön plana çekilmiştir. Kalenderiler ile Şiiler ve Safevi Devleti ile ilişkili Kızılbaşlar’a, Hurufi-Şii tesirler altında bulunan Bektaşiler’e yer verilmemiştir. Mesleki ve tasavvufi bir yapıya sahip olan Ahilere de, tarikat tasniflerine uymadığı gerekçe gösterilerek yer verilmemiştir.

Yazarımız, giriş bölümünde Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşmasının, Selçuklular ile başladığını Osmanlılar döneminde hızlanarak devam ettiğini belirtmektedir.

Türkler’in, Anadolu’ya 1071 Malazgirt Savaşından sonra yoğun bir şekilde gelmeye başladıklarını ve XIV. Yüzyıla kadar bu göçlerin başlıca iki safha halinde gerçekleştiğini belirtir.

Bu iki göç ile Anadolu’da tasavvufi faaliyetleri temellendiren şeyh ve dervişlerin de Anadolu’ya gelmiş oldukları belirtilir.1 Anadolu’ya gelen bu dervişler, Selçuklular tarafından korunup gözetilir ve faaliyetlerini rahatça yürütme imkânı elde ederler. XI-II. Yüzyıllarda faaliyet gösteren mutasavvıflar arasında, Konya’da, “Vahdet-i vücut’’ düşüncesi ile tanınan Muhyiddin ibnü’l-Arabi (ö.638/1241), ve talebesi Sadreddin Konevi (ö. 673/1274), Fusulü’l-hikem’in ilk şarihi2 Müeyyidüddin Cendi (ö.691/1292), Ekberiyye mektebinin temsilcisi Saidüddin Fergani (ö. 699/1300), Mevleviyye’nin Piri Mevlana Celaleddin-i Rumi (ö.672/1273), Sühreverdiyye’den Evhadüddin Kirmani (ö.634/1237), Kayseri ve Sivas’ta Kübreviyye ricalinden Mirsadü’l-İbad sahibi Şeyh Necmeddin Daye (ö.654/1256), Tokat’ta Leme’at sahibi Fahrettin Iraki (ö.688/veya 709/1309-10), Kırşehir ve dolaylarında Hacı Bektaş-ı Veli ve Yunus Emre gibi şahsiyetler sayılabilir.3

Yazarımızın eserinde belirttiğine göre, bu dönem,  Anadolu’da tasavvufi düşüncecin geliştiği, sistemleştiği, tarikat sayısının ve tarikatleşmenin arttığı bir dönemdir.4

Bu tasavvufi akımlar ve tarikatlar Osmanlı’ya ciddi katkılar sağlamıştır. Bu katkılardan biri de, savaş zamanlarında askerlere,  iman ve inanç aşılamışlardır. Bir diğeri ise, savaş sonrası kazanılan toprakların imarı ve halkın İslamlaşmasına önemli katkılar sunmuştur.

Osmanlının kuruluşu aşamasında Anadolu’da en etkili tarikatlar Mevleviyye ve Rıfaiyyedir. Aynı zamanda bu iki tarikat günümüze kadar gelebilmiştir5. Bu iki tarikate ilaveten Halvetiyye tarikatı da önemli bir yere sahiptir.6

XVI. Asır öncesi Anadolu’ya giren ve yayılması XV. yüzyılda gerçekleşen Nakşibendiyye, XV. asrın ortalarında gelen Kadiriyye tarikatı ve XV. yüzyılın ilk yarısında, Hacı Bayram Veli ve müritleri vasıtasıyla Anadolu’ya yayılan Bayramiyye döneme etki eden tarikatlardır. Aynı zamanda Andadolu’da İbnü’l-Arabi’nin sistemleştirip geliştirdiği  “vahdet-i vücut” anlayışı da günümüze kadar ulaşmıştır.

Tarikatlerden başka dini-tasavvufi cemaatler de vardır ki, Aşıkpaşazade bunları şu dört grup mütalaa eder7.

  1. Anadolu Ahîleri (ahîyân-ı Rûm),
  2. Anadolu gâzileri (gâziyân-ı Rûm),
  1. Anadolu Abdalları (abdâlân-ı Rûm).

Müellifimiz birinci bölümde (XVI. Yüzyıl),  Osmanlı Anadolu’sunda tasavvuf kültürünü yayan tarikatların kurucuları, kurulduğu yerler, başka isimleri olup olmadığı, silsilelerinin nerelere dayandığı bilgilerine şu şekilde yer vermektedir.

XVI. Yüzyılda Anadolu’da faal sünni tarikatlar içerisinde en etkilisi Halvetiyye tarikatıdır. Ebu Abdullah Siraceddin Ömer b. Ekmeleddin Haleti (ö.750/1349), tarafından İran’da kurulmuştur. Değişik bölgelere yayılarak çeşitli kollara da ayrılan tarikat, Anadolu’ya Seyyid Yahya-yı Şirvani’nin (ö.869/1464-65), halifeleri tarafından yayılmıştır.

  1. Ahmet Yaşar Ocak, Babailer İsyanı, İstanbul 1980, 35-37
  2. Süleyman Uludağ, “Cendi”,Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), VII, 361
  3. M.Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar
  4. Mustafa Kara, Bursa’da Tarikatlar ve Tekkeler, Bursa 1990, I, 14.
  5. M.Fuad Köprülü, Osmalı Devletinin Kuruluşu, Ankara 1988, s, 95.
  6. Köprülü, İlk mutasavvıflar, s, 204.
  7. Aşıkpaşazade Derviş Ahmet,Tevarih-i Al-i Osman, İstanbul 1332, s, 386.

Kuruculuğunu Şeyh Bahaeddin Nakşibend’in (ö.791/1389), yaptığı Nakşibendiyye, Simav merkezli olarak bütün Anadolu’ya ve özellikle de İstanbul’a yayılmıştır. Nakşibendiyye’nin hem Hz. Ebu Bekir’e hem de Hz. Ali’ye ulaşan silsileleri mevcuttur.

XVI. Yüzyılda Anadolu’da faaliyet gösteren bir diğer tarikat Hacı Bayram-ı Veli (ö.833/1430), önderliğinde Ankara’da kurulan Bayramiyye tarikatıdır. Bu tarikatın silsilesi de,  Hz. Ebu Bekir’e ve Hz. Ali’ye dayandığından dolayı “Sıddıkiyye’’ ve “Alevi’’ olma özellikleri taşımaktadırlar.

Şeyh Zeynüddin Ebu Bekir Hafi (ö.838/1434-35), tarafından kurulmuş olan, Zeyniyye tarikanın, Sühreverdiyye ve Rifaiyye’nin birleşimi bir tarikat olduğu da ifade edilmektedir. Nakşbendiyye ve Bayramiyye gibi, Hz. Bekir’e ve Hz. Ali’ye ulaşan silsileleri mevcuttur.

XVI. Yüzyıl Anadolu’sunda faaliyeti olan diğer bir tarikat Mevleviyye’dir. Mevlana Celaleddin-i Rumi’ye (ö.672/1273), nisbet edilen bu tarikatın silsile olarak Hz. Ali’ye bağlı olduğu bununla birlikte Hz. Ebu Bekir’e varan bir silsileden de bahseden görüşler de mevcuttur. Mevleviyye tarikatı Anadolu’daki tasavvufi faaliyetler açısından Halvetiyye, Nakşibendiyye, Bayramiyye ve Zeyniyye gibi tarikatlara nisbetle daha özel ve öncelikli olan bir tarikattır.

Bu tarikatların bazıları Kübreviyye, Kadiriyye, Semerkandiyye, Şazeliyye’dir. Bunlar yukarıda bahsi geçen tarikatlara göre daha az öneme sahiptirler. Bunun belli başlı sebepleri arasında yayıldığı bölge, etkinlik alanı, genel kabul görmesi ve günümüze kadar gelip gelemediği gibi etkenler sayılabilir.

Müellifimiz ikinci bölümde (XVI. Yüzyıl), devlet ricali-meşayih münasebetleri ele alıp irdelemiştir. Osmanlı Devleti’nin ihtişamlı dönemini yaşadığı XVI. yüzyılda (1500-1566)’da devletin başında da dirayetli padişahlar olan, Sultan II. Beyazid, Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman bulunuyordu. Bu dönem devlet ricalinin tasavvuf ve tarikatlara karşı oldukça yakın davrandıkları, ilgi ve alakanın somut bir şekilde görülebildiği bir dönem olmuştur.

Osmanlılar tarafından desteklenen tarikat şeyhleri, bu desteğe karşılık, devleti her fırsatta destekleyip yapabilecekleri maddi ve manevi hiçbir yardımı esirgememişlerdir. Devletin muhafazası ve devamından yana olmuşlardır. Padişahların saltanat kazanabilmelerinin temel şartı olan “kılıç kuşanma” işini zaman zaman meşayihinde icra etmiş olmaları, padişahların da bu kurumlara kutsaliyet atfettikleri ve saygı gösterdikleri anlamına yorumlanabilmektedir. XVIII. Asrın ilk çeyreğinde vefat eden önemli şeyhlerden İsmail Hakkı Bursevi’nin (ö.1137/1724),  şu sözleri oldukça önemlidir: “Şu zamana gelinceye kadar meşayihi inkâr eden bir padişah gelmemiştir. Zira saltanatın kuruluşu evliya iledir. Bu zamana kadar hiçbir padişah hal ehlinden uzak olmamıştır. Diyelim ki onlardan uzaklaştı ve onlardan hali oldu, bu sefer ervah-ı mukaddeseye teveccüh ve bu vesile ile onların imdadı kâfi gelir.”

Nitekim Yavuz Sultan Selim’e “Hatemü’-evliya”nın ruhaniyeti önder olup onu Mısır’a cezbetmiş ve oranın fethedilmesine sebep olmuştur.8

  1. Reşat Öngören, Osmanlılar’da Tasavvuf, İstanbul, İz Yayıncılık, 2003, S, 236.

Tekkelerin ve zaviyelerin Osmanlı Devleti’nin desteklediği en önemli kurumlardan olduğu bilinmektedir. Bu durum, temel prensipleri dünyevi her şeyden uzaklaşmayı (terk-i masiva, zühd) olan mutasavvıflar, maddi olarak en iyi durumunu yaşayan bir devletle, nasıl olurda bu kadar içli dışlı olabilirler?  sorusunun gündeme gelmesine sebep olmuştur.

 Bu sorunun en etkili cevabını, alim,  mürid Lamii Çelebi şu şekilde vermiştir:

“Kur’an-ı Kerim’de kötülenen, dünya metaına sahip olmak değil, ona muhabbet beslemektir (Al-i İmran 3/14). Yoksa enbiya ve evliyadan dünya malına sahip olan çok kimseler bulunmaktadır.”9

Tasavvuf ehli zaman zaman idarecileri de uyarabilmişlerdir. Nakşi Şeyhi Muhammed Bedahşi (ö.922/1516), Yavuz Sultan Selim’e “Hepimiz Allah’ın kuluyuz. Şu farkla ki, senin omuzlarında insanların yükü var, bende ise yok. O halde insanların yükünü zayi etme, etmemeye gayret et.”10

Şeyh İbrahim Gülşeni’nin (ö.940/1533-34), Kanuni ile görüşmesi esnasında, “Sultanım, her hal ve durumda Allah Teala’yı hazır gör. Hükmünü onun huzurunda ver. Evliya ile pençeleşme ki, onların kuvveti haktandır.”11

Kanuni, İstanbul’da görüştüğü Celvetiyye Şeyhi Mehmed Üftade’ye (ö.988/1580), tekkesi için birkaç köy vakfetmek isteyince, şeyh bu teklifi nazik bir üslupla reddetmiştir.

İstanbul Eyüp’te bulunan Seyyid İbrahim, Sadrazam İbrahim Paşa’dan kendisinin ve dervişlerinin ihtiyaçlarına harcanmak üzere Kanuni’nin yılda 50.000 akçelik arpalık verdiğini öğrendiğinde,  sadrazama, “Sultan bu ihsanıyla bizim gönlümüzü alıp hatırımızı saydığını göstermek istiyorsa bu yaptığı doğru değildir. Asıl bizim gönlümüzü, şimdiye kadar verdiği ihsanın yarısını kesmek suretiyle alabilir. Zira verdiklerinin yarısı bize yetmektedir.” diyerek yeni gelen ihsanı kabul etmemiştir.12

Padişahlar ve Şeyhler arası ilişki

Sünni-İslam çizgisinde hareket eden ve bu durumlarını muhafaza eden bütün tasavvufi tarikatlar kuruluşlarından itibaren devlet desteğini hep yanlarında bulmuşlardır. Söz konusu tarikatlara bu desteğin açıklanabilir tarafı, sultanların şeyhleri, İslamlaştırma politikasının bir gereği olarak desteklediklerini kabul etmek daha doğru gözükmektedir. Ayrıca Kanuni Sultan Süleyman şeyhlere, vergi muafiyeti, maaş tahsisi, tekke ve zaviye inşaası,  saraylarda muhtelif vazifeler verilmesi gibi birçok kazanım ve kolaylık sağlanmıştır.

Şeyhlerden idam edilenler

Bu dönemin en önemli hadiselerinden olan, ikisi Melamiyye-i  Bayramiyye, diğeri Gülşeniyye-i Halvetiyye’den, üç şeyhin,  devlet tarafından idam ile cezalandırıldığı  kesin olarak bilinmektedir. XVI. Yüzyılda ilk şeyh idamı olarak, Melamiyye-i Bayramiyye’den, Oğlan Şeyh İsmail Ma’şuki’nin (ö.945/1538-39),  idam edilmesidir.

İkinci idam olayı ise, Melami şeyhi, Şeyh Hamza Bali’nin (ö.969/1561-62), idam edilmesidir.

Üçüncü idam ise, Gülşeniyye-i Halvetiyye’den “Karamanlı Şeyh” diye bilinen, Şeyh Muhyiddin Karamani’nin (ö.957/1550), idam edilmesidir.

Bu üç idam olayı,  yıllarca sürecek tartışmaları da beraberinde getirmiş, kitaplara ve tezlere konu olmuştur. Bu olay fetva makamını haklı veya haksız eleştirilere de sebep olmuştur.

  1. Reşat Öngören, Osmanlılar’da Tasavvuf, İstanbul, İz Yayıncılık, 2003, S, 239.
  2. Reşat Öngören, Osmanlılar’da Tasavvuf, İstanbul, İz Yayıncılık, 2003, S, 240.
  3. Reşat Öngören, Osmanlılar’da Tasavvuf, İstanbul, İz Yayıncılık, 2003, S, 240.
  4. Reşat Öngören, Osmanlılar’da Tasavvuf, İstanbul, İz Yayıncılık, 2003, S, 243.

İdama fetva veren Ebussud Efendi çeşitli şekillerde eleştirilebilmiştir ki, bu eleştirilerden birisi, Gülşeniyye şeyhlerinden, aynı zamanda Ebussuud Efendi’den de ders almış olan, Muhyi Efendi (ö.1014/1605-1606), önemli eseri  ‘Menakıb-ı Gülşeni’ de, Şeyh Muhyiddin Karamani (ö.957/1550)’nin idamında Ebussud Efendi’nin hissi davrandığını belirtmiştir. Fetva verirken İmam Azam’ın fıkhı ile hareket etseydi idam gerekmezdi. Ama başka mezheplerin görüşünü esas aldığı için idamla sonuçlandığını belirtir.

Devlet, bu üç şeyhin idamına da gerekçe olarak, şeylerin üçünün de dinden çıkmış olmalarını (zendeka ve ilhad) göstermiştir.

Osmanlı Devleti, hukukunu şeriat üzerine bina etmiş, şeriat dışına çıkanlar ister meşayihten isterse ulemadan olsun, hiçbir ayırım gözetilmeksizin, yine şeriatın emriyle cezaya çarptırılmıştır. Yoksa bu noktada devletin meşayihe hususi bir baskısı söz konusu degildir.13

Bütün bunlar göstermektedir ki, devletin gayesi cemiyetin huşunu sağlamak ve şeriatın kurallarına uyup emirleri yerine getirmektir. Herhangi bir tarikatı veya şeyhi keyfi olarak cezalandırmak değildir.

Devrin kudret sahibi padişahları olan II. Beyazıd, Yavuz Sultan Selim, Kanuni Sultan Süleyman dönemlerinde görevli sadrazamlardan Sadece Kanuni’nin sadrazamı Damad İbrahim Paşa (ö.22 Ramazan 942/15 Mart 1536), hariç, tamamına yakını tasavvuf erbabıyla çok iyi münasebetler kurarak meşayihine çok iyi davranmışlardır.

Osmanlı Devleti’nin daimi ve ücretli ordusu olan Yeniçeriler, Bektaşiliğin kurucusu Hacı Bektaş-ı Veli’yi kendi pirleri olarak kabul edip,  hürmet etmişlerdir. Bu bağlılıktan dolayı ağalarına  “Aglayan-ı Bektaşiyan”, kendilerine de “Taife-i Bektaşiyye” adını vermişlerdir. Bektaşiliğe meyilli oluşlarının sebebi gaza ruhu ve alperen oluşlarından kaynaklanmaktadır. Osmanlı ordusu ise ağırlıklı olarak, Halvetiyye, Melamiyye, Bayramiyye tarikatlarına mensuptur.

Müellifimiz üçüncü bölümde Osmanlı Anadolu’sunda Ulema-i Meşayih Münasebetlerini (XVI. Yüzyıl), ele almıştır.

XVI. Asırda Anadolu’da ulema ile meşayih arasında çok iyi ilişkiler kurulmuştur.  Bu yakın ilişki de meşayihin azımsanamayacak bir çoğunluğun medrese tahsili görmesinin rolü büyüktür. Bu eğitim zahir-batın dengesine katkı sunmuştur. Halvetiyye Şeyhi Ahmed Şemseddin Marmaravi (ö.910/1504-05), şeriatın tasavvuf için temel şart olduğunu “Şeriatta noksanı olanlar ilm-i batını tahsil edemez” der. Pir Ali Aksarayi (Alaeddin Aksarayi, ö.944/1537-38 civarı), şöyle der:  “Şeriat çizgisinin dışına çıkan, iki gözümden biri bile olsa,  onu oymaktan çekinmem.”14

Osmanlılar’da Ulema-Tasavvuf İlişkisi

1-Şeyhülislam Zenbilli Ali Efendi ve Tasavvuf

Osmanlı’nın üç dirayetli padişahı II. Beyazıt, Yavuz Sultan Selim, Kanuni Sultan Süleyman devirlerinde şeyhülislamlık yapmış olan Zenbilli Ali Efendi’nin (Müfti Ali Cemali, ö.932/1526), Şeyh Vefa’ya (ö.896/1491),  mürit olduğu belirtilmektedir. Ali Efendi’nin bütün vaktini okumak, okutmak, fetva vermek ve ibadet etmekle geçirdiği bilinmektedir. Ulema ile meşayih arasında tartışma sebebi olan  “devran”  ile zikir konusunda müsbet fetvalar vermiştir. Sufileri savunduğu bir risalesi mevcuttur.

  1. Reşat Öngören, Osmanlılar’da Tasavvuf, İstanbul, İz Yayıncılık, 2003, S, 307.
  2. Reşat Öngören, Osmanlılar’da Tasavvuf, İstanbul, İz Yayıncılık, 2003, S, 336.

2-Şeyhülislam ibn Kemal ve Tasavvuf

Zenbilli Ali Efendi’den sonra şeyhülislamlık makamına geçen İbn Kemal’in de (Şemseddin Ahmed, ö. 2 Şevval 940/16 Nisan 1534), ilk dönemlerde “sema”  ve  “devran”  gibi bir kısım tasavvufi uygulamaları dikkate almazsak genel olarak tasavvufa ılımlı yaklaşmıştır.

3-Şeyhülislam Ebussud Efendi ve Tasavvuf

Osmanlı’nın en nüfuzlu şeyhülislamlarından olan Ebussuud Efendi (ö.982/1574),  Bayramiyye’nin ileri gelen şeyhlerinden Muhyiddin Yavsi’nin (ö. 920/1514), oğludur.  Babası ve Şeyhülislam İbn Kemal’den ders almıştır. Ebussuud Efendi’nin Bayramiyye’den icazeti olmakla birlikte diğer tarikat şeyhleriyle,  özellikle de devlet ricali nezdinde en etkili tarikatı olan Halvetiyye ricaliyle çok yakın münasebetler kurduğu bilinmektedir.

4-Şeyhülislam Çivici Zade ve Tasavvuf

XVI. Yüzyılda Çivicizade Muhyiddin Mehmed Efendi (ö. 954/1547), haricinde tasavvuf büyüklerine su-i zanda bulunan başka bir şeyhülislam yoktur. Osmanlı’da şeyhülislamlık tarihinde ilk defa azil suretiyle emekli edilen Çivicizade’dir. Azledilmesine diğer bazı sebeplerin yanı sıra, özellikle Muhyiddin İbnü’l-Arabi,  Mevlana Celaleddin-i Rumi gibi tasavvuf büyüklerine aşırı tenkitlerinin sebep olduğu, hatta onların kâfir olduklarını söyleyebilecek kadar ileri gidebildiği belirtilmektedir.

Medrese çevrelerinin tasavvuf ve tarikatlara büyük rağbet gösterdikleri XVI. yüzyılda, ulemanın tarikatlar içinde en çok Nakşibemdiyye’ye rağbet ettiği görülmektedir. Devlet ricali nezdinde en etkili tarikat durumunda olan Halvetiyye ise, kanaatime göre  “sema ve devran”  ile zikir yapması sebebiyle medrese çevrelerinde fazlaca etkili olamamıştır.

Ulemayı tasavvufa sevk eden amiller üzerinde durulurken, o dönem meşşayihinin ilmi seviyesi, kemalatı, manevi nüfuzu,  zahir-batın dengesini sağlamadaki muaffakiyetleri tasavvufla alakalı ulemanın bir kısım endişelerini bertaraf etmeleri, medrese mensuplarını vazifelerinden alıkoymaksızın tasavvufi eğitimden geçirebilmeleri gibi mühim noktalara temas edilmişti.  İşte Nakşi şeyhlerinin bu zikredilen önemli vasıflara sahip olmakla birlikte öyle anlaşılıyor ki, özellikle son maddeyi, ulemanın medresedeki görevleriyle, tekkedeki vazifelerini birlikte yürütme imkânına, tarikattaki  “halvet der encümen” prensibinin bir gereği olarak geniş ölçüde sağlayıp, “zikr-i hafi” prensibi gereği, sema ve devran gibi uygulamalara girmemeleri, medrese mensuplarının bu tarikata yönelmesinin en önemli faktörleri olmuştur.15

Sonuç olarak dini-tasavvufi gayelerle Anadolu’da bulunan şeyhlere devlet ricali gereken her yardımı yapmıştır. Şeyhler de üzerlerine düşen manevi eğitimi hiçbir kişi veya devlet adamı, ordu demeden yerine getirmiştir. Bu çalışmalar Osmanlı’nın Türkleşmesine ve İslamlaşmasına katkı sağlamıştır.

XVI. Yüzyıl Anadolu’sunda etkili olan tarikatlar genelde sünni kökenli tarikatlardır. Bunlardan bazıları Nakşibendiyye, Bayramiyye, Rifaiyye, Halvetiyye gibi tarikatlardır. Bunlardan bir kısmı Nakşibendiyye, Yeseviyye, Bayramiyye, Zeyniyye gibi tarikatların silsileleri Hz. Ali ve Hz. Ebu Bekir’e dayandırılmaktadırlar.

XVI. Yüzyılda devletin tarikatlara sağladığı imkânlara rağmen üç tarikat şeyhinin idam edildiği kesin olarak bilinmektedir. İdamın sebebi olarak ilgili şeyhlerin şeriat karşıtı söylem ve eylemleri olarak gösterilmektedir.

Devrin şeyhülislamları olan Ebussuud Efendi, Zenbilli Ali Efendi ve İbn Kemal’in, tasavvufa direkt olarak karşı çıkmadıkları fakat bazı istisnai ritüellerden olan “sema ve devran” gibi ayinlere hoş bakmadıkları bildirilmektedir.

15.Reşat Öngören, Osmanlılar’da Tasavvuf, İstanbul, İz Yayıncılık, 2003, S, 392.




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —